9 Şubat 2017 Perşembe

Ümit Yaşar Oğuzcan'ın Kaleminden, Her Gün Seninle

Güzel olan
Her günü seninle tekrar tekrar yaşamak
Erimek yarını olmayan zamanlarda
Durdurmak bir yerde bütün saatleri
Bütün kuralları kırıp parçalamak
Sonra varmak o yerlere
Mevsimlere dur demek
Kar yağarken çiçek açtırmak ağaçlara
Güneşi bir akşam saatinde tutup bırakmamak
Sonra doldurmak ay ışığını kadehlere
Delicesine içmek
Ve unutabilmek her şeyi ansızın
Sevmek seni en yücesiyle sevgilerin
Birlikte geçmiş, gelecek bütün çağları aşmak
Güzel olan
Sevmek seni Tanrılar gibi
Seninle Tanrılaşmak...



Bir gün bu akan sele dur diyeceğim, göreceksin
Ne bu şehir kalacak
Ne bu duygusuz sürü
Bu korkunç kalabalık
Her vapur seni getirecek bana
Bütün istasyonlarda seni bekleyeceğim
Kapılar sana açılacak
Senin için söylenecek şarkılar
Şiirler senin için yazılacak
Her evde bir resmin
Her meydanda bir heykelin olacak
Ve sen kimi gün bir rüzgar gibi
Kimi gün denizler gibi, bulutlar gibi
Kopup ötelerden, ötelerden
Yalnız bana geleceksin
Bir gün bu akan sele dur diyeceğim göreceksin.


Ben eskimeyen tek güzelliği sende gördüm
Sende buldum erişilmez hazları
Yanında sıyrıldım korkulardan, yalanlardan
Duyguların en ölmezini sende duydum
Susuzluğum dudaklarında dindi
Yalnızlığım ellerinde
Çoğu gün unuttum açlığımı
Sende doydum...



İlk defa seninle bütünlendim, anlıyor musun
Anladım yaşadığımı her nefes alışta
Seninle geçtim bütün zamanlardan
Seninle var oldum
Eridim seninle bir sonsuz çalkanışta.



Boynunda bir yer vardır, ben bilirim
Ne zaman oradan öpsem,
Değişir gözlerinin rengi
Yanar dudakların, terler avuçların
Dökülür kapkara aydınlık gibi
Omuzlarına saçların
Gitgide artar kalbinin vuruşları
Bir musiki halinde dünyamı doldurur
Ansızın bütün sesler kesilir
Zaman durur
Bir baş dönmesi başlar o en yükseklerde
Her gün seninle yeniden var oluruz
Eriyip kaybolduğumuz yerde...



Sesini duymadığım gün
Yaşanmış değil
Açan çiçek değil
Öten kuş değil
Yüzünü görmediğim gün
İçimde yıldızlar sönük
Güneşler güneş değil
Seni sevmediğim gün
Seni anmadığım gün
Olacak iş değil...



Her günüm seninle geçsin
O güneşe en yakın
Kimsenin varamayacağı bir dağ başında
Uçsuz bucaksız uzak denizlerde
İnsan ayağı değmemiş ormanlarda
Uzaklarda, en uzaklarda
O gemilerin uğramadığı limanlarda
Işığım ol, alınyazım ol benim
Vatanım ol, evim ol
Yeter ki bir ömür boyu benim ol
Her günüm seninle geçsin...

12 Ocak 2017 Perşembe

Kalemimden Karşıdaki

   
   Sana ne anlatmalıyım?
Sen gittikten sonra, havaların ısındığını mı ve benim bu ıslak sıcaklıkta, üşüdüğümü, bunu mu duymak istiyorsun benden?

     Ne anlatacaktım ki sana? Darmadağın olmuş nedensiz düşüncelerim, hüsrana dönmüş bakışlarım, acemice acıları yaşayan bir yüreğin çöküşünü mü? Tozu dumana karıştıran ayak topuklarımın, yürüyüşler sonunda karides kızarıklığı ile sızlayışlarından mı bahsedecektim?
Hiç sevinme, veya üzülme halime. Her yorgun savaşçının son bir gayretle veya zafer belirtisi gibi sağ kaldığının sevinciyle kılıcını yere çakışını mı tarif edeyim? Boş ver bunları, herkes acıda payına düşeni yaşadığı gibi tozlu yollarda genzine kaçan kum zerrecikleriyle, öksürmekle, boğulmak arasında ki bir tıkanıklıktan mı bahsedeyim? Boğazında düğümlenen bir yumrudan mı?

     Hangi acıyı kaç kişi paylaşmış ki sen, sen benim herkesimsin diyenler tarafından?
Hayat; gelgitleri geçiştiren, bir çok insanı yerde süründüren, zaman zaman yozlaşmış topraktan, bazen de kurumuş bir bataklıkta, her an ayağı takılarak batağa saplanan heyecanı ile devam etmez mi? Hangi dala tutunmalı sevgi dediğin hayatının bütün iplerini eline verdiğin bir insanın seni Karagöz Perdesi gerisinde loş ışıklı bir tiyatro perdesinde oynatılışına mı tutunmalı?

      Hadi canım sende... Senden önce de oyuncular vardı bu sahnede, giderken alkışlanan. Sonra da birkaç kürek toprakla yok olanlar, yıllar yılı saygı ile anılanlar, bazıları da kaybolanlar.

     Sen nerede olacaksın,? Alkış seslerini duyabilecek misin? Gururlanacak mısın? Ardında bıraktığın “uğrunda ölürüm” dediğin yüreğinin, yaralı bir kaplumbağa gibi iki adım ileri bir adım geriye gidişinden? 

      Sen şimdi benim mazlum oluşuma hiç sevinme, çünkü sen de, acı paylaşımın arasındaydın… gitmek isteyene dur diye bilmiş, durdurabilmiş, bu güne kadar hiç kimse olmamıştır, herhalde, olsa da sonu hüsran olmuştur. Benden çok kitap okuyan ve bana okuma alışkanlığı veren biri olarak, sen bunu daha iyi bilirsin, değil mi? Hadi yanlış de, ya, bir de, de bakalım. Boşver, bir veda etmemiş bir insandan da, bu istenir mi, bir bilen varsa söylesin, ben özür dileyeyim? Şimdi acılar içinde olduğunu kuşlar söyledi, ben de inandım ve güldüm… Kaçtı yine topuzun ucu, unuttum yine suskun olduğunu. Görüyor musun, sana bir şeylerden hiç bahsettim mi? 

      Sevgiye gelince, kimin, kimi ne kadar sevdiği, hiçbir birimle ölçülüp, kıyaslandığı görülmemiştir. Aradan yüzyıl, geçtiği hâlde, hâlâ sana yazıyorsam, bu hangi ölçüdür birimidir? SEVGİ EN ÇOK UNUTMAK İSTEYENLERİ UNUTUR  bu, ‘Sen’sen, bu, ‘Ben’sem, hiçbir şeyin değişmediği bir hüsran olur…  Vedalar sevgide, hep bilmemle, bilmiyorum la, sessizce geçiştirilmiş, benim ki, herhalde hep bilmemelerle dolu. Bilmem ki…

     Bak hava hala çok soğuk ancak karlar erimeye başlıyor. Hadi bana şu yağan karı bir daha sevdirmeye çalış, sevemem ki... E ben o malum saate, elimde bir sigara dumanların peşi sıra, bakalım sabaha dek yolculuk nereye kadar?  Herhalde sen işlerini bitirmişsindir? Bitirmişsindir…
Hani o malum saatler… Senin kitap okuduğun, benim uyuyamadığım saatler…

     Hani birbirimizi hiç düşünmediğimiz saat sanki, aslında, inadına düşündüğümüz zaman dilimi… Hayat kazananların saatleri ile dolu, ben kaybedenlerdenim…

Ben sende çok kaldım,
kala, kala bittim,
arındım…
Sen bende hep kaldın,
ne yok oldun,
ne de, yok olundun…
ama, hep biten oldum…

Ortası yok bunun…

15 Ağustos 2016 Pazartesi

Kalemimden Kör Enerji

          Bazen düşünüyorumda insanda bir bomba gibi değil midir sizce de?  Hayatında yaşadığı ve düğümlediği ne varsa oluşturuyor kimyasallarını ve patlayıcı moleküllerini...

         Yani;

         Kırılan ayna olmak için hep çok gençtir ümitler ve her gün daha geç bitmeyi hak eder. Sadece ümitler mi? Gözbebeğime ilişen bu sızı ve ısı neden, orası muamma.. Umulmadık anlarda bir gölge oluveriyorum akşamüstü alacasında, rengi utancından ve öfkesinden kırmızıya çalmış fezada. Ben biliyorum ki şiirler uzayıp giderse biter ve üzerine titrendikçe sadece "biz" oldukça güzelleşir "manalı" delilikler..

         İki dudak arası mesafeyi dağlar, ırmaklar, günler ve aylar hatta yıllar misali büyüten o saliselik cümleler... Ben yine biliyorum ki demin yukarda belirttiğim uzayan şiir misali yetmeyecek buraya yazacağım cümleler ve sonu gelmeden bitecek. Avazın çıktığı kadar bağıra bağıra yazsamda nafile,  yine düğümlencek boğazımda, çıkamayıp kalacak...

         Yani aslında ben, yani biraz da sen. Biraz biz ve biraz daha sen...

       

9 Ağustos 2016 Salı

Kalemimden Öm"Erdim...



     
            Beş yıl önce tam da bu hafta, hayatta en çok benzemek istediğim adamı, kendi ellerimle toprağa gönderdim . Bütün gençliğim, ona özenmekle, onun ayaklarının yerde bıraktığı izlere basmakla ve yürürken ardında bıraktığı ekmek kırıntılarını toplamakla geçip gidiyor.

           Gecenin bir vakti, cebimde tütün kolonyası ile eve gelip, o kolonyayı verecek kimseyi bulamayınca anladım onun gerçekten gittiğini. Duvarlardaki bakışları, kapı eşiklerinden atlayarak geçen nefesi, bahçede gövdesi birbirine geçmiş ağaçlar, kırmızı halının üstündeki anason lekeleri… Bütün hepsi onunla beraber gitmişti sanki. Geride, ömür boyu sormaya korktuğum sorular bırakarak...

           Bugün tam beş yıl oldu kardeşim! Tam beş yıldır sırtımda bir zıpkınla geziyorum. Ellerim yetişmiyor onu çıkarmaya. Ne zaman arkama uzansa kollarım, cam kırıklarıyla dolu bir fıçıya daldırıyorum sanki ellerimi. Ne annemin odalara yayılan ve gittikçe koyulaşan kederi, ne kardeşimin günden güne acıya uzayan boyunun açtığı oyuk. Hiçbir şey tanımlamıyor içimde genişleyen boşluğu. Durmadan devr-i daim yapan şu hayatın içinde, çarpmak için kendine göre bir kayalık arayan bir tekne gibiyim…

          Beş yıl önce, tam da bu sıralar, hayatına ellerimde son vermiş bir adamı, onun sakallarına dokunmayı özlemiş ellerimle toprağa verdim. Biliyorum, imkânı olsaydı eğer, kendi gömmek isterdi bedenini toprağın altına, suyu başına değil de ayakucuna dökmek isterdi. Hayatta en çok benzemek istediğim adamdı. Şimdi omuzlarıma ceket gibi attığım kapkara bir tedirginlikle, sonumun onun gibi olmaması için çırpınıp duruyorum.

          Tam beş yıl oldu kardeşim! Beş yıldır yüzümde bir kuyu deseniyle yaşıyorum. Ayakkabımın içine pıtraklar dolmuş, ceplerimde çakırdikenleri. Bana ait değil sanki kimliğimdeki fotoğraf, aynada baktığım yüz, omuzlarımdan sarkan kollarım benim değil. Kendimi beş yıl öncesinde bırakmışım; çam ağaçlarıyla dolu o mezarlıkta. Oysa bir iğde ağacının dibine gömülmek isterdin değil mi? Her rüzgâr estiğinde, iğde çiçeklerinin kokusunu duymak ve sırtını gökyüzüne dayamış bir yamaçtan izlemek isterdin denizi. Kim bilir, belki arada sırada yerinden doğrulup tuz kokusuna gitmek de gelirdi içinden. Her şey yarım kaldı kardeşim. Bak! Kazık kadar adam oldum ama yine de beceremedim sana benzemeyi...

          Hayat gidenin yerine bir başkasını çıkarıyor her zaman. Ama eksik, ama fazla. Tam beş yılını doldurmuşken sensizliğin, altı gün önce dokuzuncu ayıma girdim sevdiğimle... En çok, bu anı kaçırdığın için kızıyorum sana. Onunla tanışamadığın için, ne kadar güzel bir kalbe sahip olduğunu, onunda bizden biri olduğunu bilmediğin için! Kendimizi hep farklı gördüğümüz düşüncesiyle, insanlardan bazılarının bile bize benzeme ihtimaline olanak sağlamadan çekip gittiğin için, en çok bunun için kızıyorum işte sana...

          Ve bugün tam beş yıl oldu kardeşim! Ben hala sana verdiğim sözlerimden dönmedim! Ne  üflüyorum ne kokluyorum... Biliyor musun sigarayı bile bıraktım. Linda 9, Sahra 10 yaşında. Annen ise annem, baban ise babamdır... Hastaneden kurtulduğum gibi bu düşünceyi benimsedim. Nuran Anne dedim, teyzeyi değiştirerek... Sosis ve sucuk sanki kendi yavrularıymış gibi kabul ettiler seninle beraber götürdüğün dostunun yavrusunu. İsmini Salam koydum. Büyüyor kocaman oldu. Tıpkı senin gibi gibi asil ve atılgan...

          Bugün tam beş yıl oldu kardeşim! Şimdi sana bu mektubu yazarken, bunun sana yazdığım ilk mektup olduğunu fark ediyorum. Ve ‘keşke’ diyorum, bunların hiçbirisi yaşanmasaydı, doğru düzgün bir adam olsaydım da ben mektup yazmaktan da, şiir yazmaktan da uzakta kalsaydım.

          Ve keşke ‘kardeşim' ise sahip olduğum ve tutunamadığım tek sözcük olarak kaldı derinlerimde...

          Seni çok özledim...



_________________________________________________________________________


silinmiş izlerin geçtiğin bütün yollardan
ardından bıraktığın anılar gittikçe flu
ne güneşin görünüyor ortalıkta ne yağmur kokusu havada
şimdi her şey gecede sinsi yağan karla örtülü

bizi sorma soğudu birden içimizin kuytuları
ağzımızda kaldı ağıtlarımızın tortusu
bırakıp denizleri çekildik kış karanlıklarına
ıssızlığımıza düşen hep o bir damla su

yanılgılarımız yanık izleri gibi bedenlerimizde
bir bir kayıyor avuçlarımızdan sevgi yumağı yürekler
dünle yarın farklı elbet, ama bugün hep aynı
erişemediğimiz uçurumlarda soldu çiçekler

bir muska gibi gizli gizli taşıyoruz seni
tenimizin sıcaklığına karışmış öyle saklısın
bu dünya bildiğin gibi değil bizi de öldürecek
erken ölmekte galiba çok haklısın


Hüseyin Yurttaş

25 Nisan 2016 Pazartesi

Kalemimden O'nun Betimlemesi

   
 Uzun zaman oldu değerli okurlarım... Birşeylerin değiştiğini bildiğinizi biliyorum...
     İnsan kendinden başkasını çok sever mi ? Aşk, öyle bir şey ki sevdirir. Hayatta bir çizgi vardır çizginin sağ tarafı mutluluk sol tarafı hüzündür. İnsanlar genelde çizgidirler, duygularını dengelerler. Ne hüzün ne mutluluk... Eğer kendinden çok sevdiğin biri varsa o sana dengeni şaşırtır. Çok mutlu olduğun an, bir anda çok mutsuz da olabilirsin. İşte sevgi böyle bir şeydir. Dünyada iki kelimeyle cenneti, küçük bir kırgınlıkla cehennemi yaşatır. Ama ne kadar küs olsan da, kızgın olsan da, onun var olduğunu, senin olduğunu bildiğin sürece en mutlu sensindir. Sadece gururun bu gerçeği o anlarda saklar, ama bu hep böyledir. Onu gördüğün an kendini unutursun. Tek düşündüğün tek hissettiğin onu çok sevdiğin, onsuz yaşayamayacağındır. Elini tuttuğunda dünya yıkılsa sana zarar gelmeyecekmiş gibi hissedersin. Bilirsin ki oda seni, senin sevdiğin kadar seviyordur. İki seven kalp, aşkın verdiği sıcaklık ve sahiplik hissi… Bunlar eritir seni. Ve bununla beraber aşkın getirdiği diğer müthiş duygular. Benim için aşk birde insanın yaşamı boyunca en güzel gördüğü rüyadır. İşte sen benim için böyle birşeysin.
     Gözlerine baktığımda kendimi bulduğum, ellerini tuttuğumda dünyadan koptuğum….. Her günün tamamında aklımı işgal eden, kalbimi hiç bir atışında yalnız bırakmayan, hayallerimin tamamını kaplayan mükemmel birisisin.
      Belki sonum olmayanım, belki de sonsuza kadarımsın kim bilir...

26 Aralık 2015 Cumartesi

Kalemimden Yazısız Kağıtlarımın Sebebi



Öyle utangaç tebessümle durma karşımda. Ellerini de görebileceğim bir yere koy. Yanlış anlama bu bir tutuklama değil. Gözlerime mühürlüyorum seni sadece o kadar… Dediğim gibi çok da gülme. Çünkü öpesim geliyor gülüşünden… Ne yumuşaktır kim bilir tenin, ellerin… Ellerinde bin bir renk var biliyorum. Ellerini öpüşüm bundan. Hani bir bebeğin avuç içlerini öper gibi, kokusunu içine çekerek... Böyle şeylerin verdiği huzur anlatılamaz.

Sımsıkı da sarılamam sana. Kırılırsın, incinirsin. Ve sana her bakışım ürkektir. Sen konuşurken bana bakma, öyle daha rahat incelerim yüzündeki gül bahçesini. Ellerini diyorum ellerini! Görebileceğim bir yere koy. Dokunmak şart değil, görsem yeter. Böyle dediğime de bakma. Sen ne anlatsan aklım ellerini öpmekte olur. Ben böyleyim işte… Aldım mı huzurun tadını aklım fikrim sana zincirlenir, ellerine…

Bu duyguların biteceği yok sanki… Bitmesin gerçi. O kadar mutluyum ki yıllar sonra suyu dolan nehir misali. Yıllar demişken yılların böyle geçtiğini varsayalım. Saçların topuz, başın göğsüme değdiğinde parmaklarım saçlarına dokunmakla ödüllendirilir. Seninle üçlü koltukta sarılıp iki battaniye ile bir olunur. Filmler tekrar izlenilir. Ezberlenen replikler sen varken unutulur. Mutfakta demlik yakılır, belki yemek alabilir yerini. Hergün aynı çeşit yemeklerle doyulur. Sen dokundun diye yoğurdun tadı başka, ekmeğin tadı başka oluverir. Sonra sen gülümsedin diye uğruna bir ömür serilmiş olur…

Emekli maaşı almaya birlikte gidilir ve dahası birlikte sıra beklenilir. Oturacak yer olmasa bile, iki genç dürtüklenir, dinlenmen için sana yer hazırlanır. Maaş’a küfür edilerek birlikte eve geri dönülür. “Anahtar hangisi?” karıştırılır. “Yeşil saplı dış kapının mıydı?” yoksa “Mavi olan evin miydi?” . Tüm bunlar sen varsın diye olup bitiverir.

Tüm renkler sen bakıyorsun diye maviye dönüşür. Ben bakınca siyaha… Ama ben sana bakınca cennet görülür. Cennet rengarenktir, siyah bir renk değildir. Gülüşüne gökkuşağı denilir, gök; sen’sindir…
            
            Ve en güzeli ise, kalabalığın içinde öptüğümde ki o utangaçlık kokan sırıtarak yüzünü çevirmen hala aynı güzelliğindedir…

             Geç geldin sen, hiç gitme…

24 Aralık 2015 Perşembe

Kalemimden Rüyadan Uyanmak


   
 Bazen en güzel hikâyeniz hiç ummadığınız bir anda bitiverir. Sonsuza dek süreceğini sanırsınız oysa. Gözlerinizi açtığınızda her şey birden eski yapay çirkinliğinde yaşanmaya devam ediyordur. Hâlbuki gözleriniz kapalıyken hafif sarhoş bir haldeyken duyduğunuz baş dönmesiyle birlikte dizlerinizin titrediğini hissediyordunuz. Gözlerinizi açtığınız anda bu baş dönmesi de bitiyor dizlerinizdeki hafiflikte. Ardından bir dünya ağırlığındaki yükü omuzlarınızda hissediyorsunuz ve kalbinizdeki büyük boşluğu. Tekrar gözünü kapamak ne işe yarıyor ki. Tıpkı çok güzel bir rüyadan uyandıktan sonra tekrar gözlerini kapayıp kaldığınız yerden devam edememek gibi. Yani sonrası hep hüsran.

     Hep hayal kırıklığı oturup ağlamak bile istemiyorsunuz. Konuşup insanlara anlatmak istemiyorsunuz. Her şey bitmiş olsa bile bu hikâyenin sizin sayfalarınızda yazıyor olmasının gururunu yaşıyorsunuz belki. Bencilce kimseyle paylaşmak istemiyorsunuz da. Geriye dönüp bu hikâyenin kahramanlarını bile istemiyorsunuz yanınızda yeni bir hikâyeye ise hiç gerek yok.
Hayata bir yanınız eksik bakıyorsunuz yarım yaşıyorsunuz her dakikayı. Ama işin ilginç tarafı yaşıyorsunuz. Öylesine de olsa yaşıyorsunuz kendinizle anlamsız duygularınızla herhangi bir suratla başka bir maskeyle yaşıyorsunuz.

      Sizi görenler farkı hemen anlıyorlar; Ne olmuş olabilir ki? Bir insan bir günde nasıl bu hale gelmiş ki? Neden bişey anlatmıyor? Neden gözleri hep uzaklara bakıyor? Ya da kimi bekliyor olabilir? Böyle bir yerde bekleyerek nasıl umudunu kaybetmiyor?

     Çevrenizde dönen milyon tane soruyu duymuyorsunuz bile. Cevapsız sorularla ne yapabilirsiniz? Anlatırsanız hikâyenin sihiri bozulmaz mı? Anlatacak bir cümlede bulamazsınız zaten. Onu suçlamak değildir niyetiniz hikâyede son noktayı koymak ona ait olsa bile. Kimse ona kızmasın sizi bu hale getirmeyi belki o da istemezdi…

     Siz de öyle...