19 Aralık 2014 Cuma

Kalemimden Ölüm Meleği

     Bir gidişi vardı, tozu dumanı birbirine katıp terk edişi, gözüme perde indiren sen, yeryüzündeki bütün kadınları öldürdün.
     Belki de yüzyıllar önce birbirinin olan eski püskü elbiseler giyen fransız çiftçileriydik ikimiz de.
      Bazı kadınlar eski şarkı gibiydiler, içine çektiğin o vakit etraf geçmiş kokuyordu, hüzün kokuyordu, eskinin çırpınışları kokuyordu.
     Sen gidince, canım acıdı, nefesim söndü, kandıramadım kendimi. Yüzüm çok asıldı, intihar kokuyordum bıçak kesiği gibi değildi daha keskindi daha kırmızı kokuyordum. Dudaklarımın rengi uçup, mora kaçıyordu, içimdeki umut kırıklığının öfkesi daha sıcaklaşıyordu. Adın, donuk çirkin, merhametsiz suratıma artık renk vermiyordu, Tanrının yeryüzünde, gökyüzündeki en müthiş lütufuydun, yakıyordun beni körü körüne, gözümün ırmaklarını kuruyana kadar ağlasam, beni tekrar diriltebilir misin? Şimdi saat on ikiyi çoktan geçmiş olmalı ve ben, sen hiç gelmeden çoktan öldüm.

 

18 Kasım 2014 Salı

Kalemimden Kalbimin Derinliklerine

     Bitmiyor yaşamla kavgam. Seni unutmama izin vermediği gibi, başkasını da sevdirmiyor. İçimdeki sevgin ağır geliyor, tam bitti artık yok diyorum, yine hayata yeniliyorum.Yine gösteriyor acımasız yüzünü, yine acıtıyor kalbimi. Bak yine dolu dolu gözlerim. Küllenmiş anıların verdiği acıyla uyanıyorum, uyandiğımda sevginin dayanılmaz ağrısını duyuyorum. Her ayrılığımda bile aklımda beliriyorsun. Ayrılıklara ayrılık diyemez oldum gidişinden sonra.
     Uzun zaman oldu gözlerinin içinde kaybolmayalı... Sesinin tonunu bile unuttum belki... Mahalle kenarlarındaki saniyelik el ele tutuşmayı, abilerinden yediğim dayakları bile özledim desem...
     Başkalarının bakışlarıyla doldurmaya çalışıyorum boşluğu, her "Çağrı"da senin sesini arıyorum. Bana çok uzaklardasın biliyorum, umarım yarın birgün biryerlerde karşılaşmayı diliyorum...
      Yokluğuna dayanılmıyor...


13 Kasım 2014 Perşembe

Kalemimden İmdat!

 
        Artık sanırım yazacak bir şeylerim bile kalmayacak kadar tükendim. Şu sıralar ki durumumu kelimelere dökemez oldum. Anlam kargaşalarının içindeyim. Çok şey yazıp içimi buraya dökesim geliyor ancak yazamıyorum, halimden de memnun değilim.
        Anlamadım gitti, bunalım mıdır? depresyon mudur? yalnızlık mıdır?
       Yeni hayatıma hiç alışamadım. 20 yaşında ki bir insanın kendini 45 yaşındaymış gibi hissetmesi gerçekten çok bunaltıyor. Şöyle etrafıma bir baktığımda hissettiğim yaş kategorilerinin sadece ev-iş-iş-ev dörtlüsünün arasında gidip geldiğini görüyorum. Ne bir aktivite, ne bir andrenalin ne bir aksiyon. Hiçbirisi kalmadı hayatımda...
        İnsanlara bakıyorum, herkesin hayatı bu dörtlünün içinde. Ancak çok mutlular. Anlayamıyorum arkadaşım, ben mi çok yaşamak istiyorum yoksa insanlar mı yaşadıklarını kendilerine yettiriyor?
        İmdat! yıldım... Bu tembellikten, bu klişelikten çok sıkıldım. Oysa ki okul hayatımın olduğu zamanlara gittiğimde ne de güzeldi. Hem çalışıp hem okuyordum, birçok arkadaşımla her gün eğleniyordum, sürekli bir faliyet, sürekli bir hareket halindeydim. Yoruluyordum! 
        Gerçekten anlatmak istiyorum ama anlatamıyorum. İçimde öyle bir şey var ki boğuyor beni sanki. Hiçbir problemin olmadıktan sonra yaşadığın sıradan hayatta sıkıyormuş insanı. Belkide sadece beni...
        Ne bileyim arkadaşım, bazen herşeyi bırakıyorum. Bana ulaşılacak, benim ulaşım sağlayabileceğim yada oyalanacağım her şeyi bir kenara bırakıp, bağdaş kurup yere oturuyorum. Sessizliğin sesini dinliyorum... Bir ölüden ne farkım kaldı?
         Kurtarın! Hiç iyi durumda değilim...
     

3 Kasım 2014 Pazartesi

Kalemimden "Ona Rağmen"


   Farkındayım, bu aralar sözümü tutamıyorum. Ukalalık gibi olmasın ancak belki de biraz işinize geliyor sevgili okurlarım. Biraz duygusal zamanlar geçirdiğim şu dönemde, ayda sadece yazmam gereken bir tane makaleyi, belkide ayda 3 ya da 4 kez yazıyorum. Sebebini sormayın..
Bugünde bir makaleyle karşınızdayım, umarım beğenirsiniz.

     Hayat bazen garipliklerle dolu değil midir sizce de? Bize içinde bulunduğumuz günü unutturacak kadar garipliklerle hemde. İçimizi acıtan da o acıyı geçirecek olanda hep aynıdır... Dönüp dolaşıp hep aynı kişiye açılır kapılarımız, yanılgılarımız, yangınlarımız,yalnızlığımız hep aynı kişiye yöneliktir aslında... 
     Bazen söylemeden yazdığımız cümleler bazen iç sızısından damlayan hüzünler... Evet! hepsi aynı kişiye... Nedenler ararken nedensiz sevmek bazen... Düşlerden kopmayan koparılamayan bir parça gibi. En dibe vurulmuş bir hal gibi. Dönüp dolaşıp çartığımız yalnızlığımız gibi. Onu sayfalara dökerken çağla gözlerinden muhteşem tebessümüne kadar virgül ve gibilerle sıralamak hayatın en güzel işi olsa gerek...
     Söylenmemiş sözlerimdeki acılarımla seviyorum seni. Belki biraz kırık, biraz eksik ama kabul et sende bana tam değildin. Yanındayken bile uzaktın bana. Elimi uzatacağım anda soktun bütün boşlukları aramıza. Ben her daim sessiz çığlığımla seni sevdiğimi haykırırken sen her daim uzak kalmaya çalıştın. 
     Ummadığım anda üzerimde yakaladığım bakışların bağladı beni sana...O anda nedenlerim oldun. Milyonlarca neden ve niçinlerle hep sana dair sorularıma sende cevap aradım. Fakat birinin bile cevabını bulamadım. işte o anda anladım. Hayat üç şıktan ibaretmiş sevdiğimiz kişi için;
-Onunla ya da onsuz  

-Ya da ona rağmen 
-Veya ona dair 
     işte hayat sevdiğin kişi için bu şıklardaan birini yaşamakmış.  Sensiz her zaman yaşadım, sensizken sana dairide yaşadım. Şimdi ise sana rağmen yaşıyorum, Sözsüz duygusuz hissiz...

Sevgiyle kalın..

24 Ekim 2014 Cuma

Kalemimden Yıkılan Hayaller

      Bu gece nedense farklı hislere kapıldım. En çok sevdiğim, bana en yakın olan duvarlarımla biraz göz göze geldikten sonra düşündüm ve bir makale daha yazmaya karar verdim. Peki ya sizce de?...     

       İçimize sığdıramadığımız hayallerimiz vardır. Oysa ki küçüklüğümüzdür o hayalleri büyüten. Kendi içimizden çıkanı sığdıramayız dünyamıza. Yıkılır hayaller, yerine daha küçükleri inşa edilir. Ama yıkılan bir aşk, geride öyle acılar bırakır ki tek bir tuğlasını uzanıp koyamazsın yerine.

      İzler vardır geride. Ve izler hatırladığın kadar derindir. Her şey bir aşk oyunuysa, gidişlere seyirci kalmak düşer kalanlara. Adımızdan düşer adım adım. Ve gitmek değil, bitmektir attığı her adım. Aşkın bitişi değil de geride kalan her şeyin yalan oluşu yıkar insanı. Oysa siz, onun yanında ondan daha güçlü görünmekten bile sakınmışsınızdır kendinizi, sırf o güçsüz gibi görünmesin diye. Bu kadar iyi olduğunuza kimse inanamaz, görmek istemez. 

      Ve bazı gerçeklerin inanılmazlığı, bir yalana dönüştürür onları. En çok da bu yüzden giderler. Çünkü haklı görürler kendilerini, göremediklerinin gölegesinde...

     Tatlı sabahlar...

22 Ekim 2014 Çarşamba

Kalemimden Yanlızlığın Farkındalığı


"Herkes gider ama o kalır" klasiği sizce de yalnızlığa değil mi?

Sevgili okurlarım...

Yalnız olduğunuzu düşündünüz mü?
Yalnız olduğunuzu fark ettiniz mi?
Yalnız kalmaktan korktunuz mu?                                
Yalnızlığınızı kendinize itiraf ettiniz mi?
                                                          Yalnızlık iyi mi kötü mü?
                                                          Hiç yalnız kaldınız mı?


     Her yer ne kadar kalabalık değil mi? Otobüs durakları, alışveriş merkezleri, caddeler, piknik alanları, eğlence mekanları, herhangi bir şey için beklediğin sıra ve hatta kendi etrafın bile kalabalık. Her yer insan seli. Bazen kendi sesini bile duyamazsın kalabalıkta başkalarının sesinden. Ama o kalabalıkta bile yalnızsındır aslında. Herkes bir arada ama herkes tek başına, herkes bir arada ama herkes yalnız…


     İnsanın yalnızlığı kendi tarihinin çok eskilerine dayanır. Çünkü yalnızlık doğarken başlar. Kulağına gelen ilk cümle ‘’hoş geldin’’ cümlesidir. Bu, belki de hayatın boyunca duyduğun duyacağın en samimi, en safiyane ilk ve son cümledir. Yıllar geçtikçe ve sen büyüdükçe samimiyetlerin azaldığını, düşüncelerin negatifleştiğini ve yavaş yavaş yalnız kalmaya mahkum edildiğini görürsün ve en sonunda yalnızlaştırılırsın. Bazıları yalnızlığı isteyerek seçer ama bazılarına da seçenek bırakılmaz, yalnızlaştırılır.

     Yaşam içinde yaşam mücadelesi verirken de yalnızsındır; hayata karşı savaşırken tek kişilik ordu olursun. Önüne, arkana, etrafına baktığında kimseyi bulamama ihtimalin hep yüksektir. Geçmişin, tek başına kazandığın ve tek başına kaybettiğin mücadele örnekleriyle doludur. Kendi cephenin tek askerisindir hayat boyu.

     Ölürken de yalnızsın. Tabutunun etrafındaki yabancı elleri hissettiğinde anlarsın. Son cümle ‘’iyi bilirdik’’ cümlesi değil midir? Yanında olmadılar, mücadelene katılmadılar, elinden tutmadılar, koluna girmediler ve seni hiç tanımadılar. Ama seni hayat boyu hep iyi bildiler. Ne kadar samimi değil mi? Dedim ya; samimi ikinci cümle yoktur.

     Herkesin hayatında yalnızlık yaşadığı anlar olmuştur. Bazılarının yalnızlığı bitmiştir, bazıları şu an yalnızdır ama bazıları da bir gün yalnız kalacaktır. Yalnızlığı biz yarattık, hem kendimize hem de başkalarına yakıştırdık. Kimine öyle yakıştı ki çıkaramadı üzerinden.


     Bazıları yalnızlığıyla mutludur, bunu başarmak ayrı bir asilliktir. Bence de yalnızlığıyla mutlu olabilmeli insan. Nasıl her kötü durumda dinen şükür etmeyi biliyorsa insan yalnız kaldığında ise bi şekilde kendini kandırabilmeli. Hiçbir sorumluluğun altında olmamak sizce de iyi bir şey değil mi? Tamamen özgürsün. "Kafam rahat" derler ya, tam da ondan.

     Bazıları ise mutlu değildir. Düşüncelerini, dertlerini, hislerini vb. gibi özel hükümleri anlatarak rahatlıyor insan. Etrafında güvenmediğin, onu da geçtim hiçbir kimsenin olmaması ise ayrı zahiyat. Duvarlarla konuşmak çok ayrı bir durum. İnsanın her zaman tek başına başaramayacağı durumlar hayatta kesinlikle var. Bu duvar karşısında insanın, diğer bir insana elbetteki ihtiyacı olacaktır.

     Size bu makalemi yazarken her zaman olduğu gibi yine bir çözüme gidemeyeceğim. Yine bir ikilem arasındayım görüldüğü gibi. Yapmam gereken yine aynı, tek bir cümleyle objektif olup özetle yalandan bir sonuca varmak olacak...

     Yalnızlık iyi şeydir, herkes gider ama o kalır…


     Selametle...

24 Eylül 2014 Çarşamba

Kalemimden Sonbahar


    Sevgili okurlarım; Sonbahar yine gelip kapımıza dayandı; biliyorum sonbahar denince çoğumuzun yüreğine bir korku düşer odun , kömür derdi, çocukların okul masrafı doğalgaz, vs vs derken hayatın bunaltıcı temposu içinde çoğu zaman sonbaharın güzeliklerini görmek aklımızın ucundan bile geçmez. Oysa ki her mevsim gibi sonbaharında kendine has doğasının içerisinde muhteşem bir büyü barınır.

    İşte bu ay sizlere bu güzelliği bir anlıkta olsa fark ettirmek için bu yazıyı hazırladım eğer bunu başarabilirsem ne mutlu bana...

     Evet sonbahar mevsimi geldiğinde 
çoğumuzu bir hüzün kaplar, belki düne kadar o cıvıl cıvıl gördüğümüz doğayı o solmuş bittmiş haliyle görmeyi içimize sindiremeyiz. Ya da belki birgün kendimizinde sarı yapraklar gibi solacağımızı düşünerek bilnçaltımızda bir korku oluşur.

Oysaki Sonbahar doğanın uzun bir yorgunluktan sonra tekrar uykuya dalışıdır aslında. Sarararıp dökülen yapraklarla adeta soyunur ağaçlar. Tıpkı yatmaya hazırlanan küçük bir kız çocuğu gibi...

     Ve kuşlar, 
sanki hep ötecekmiş gibi çığlık çığlık ötüşen ve göklerin sahipleri olduklarını bilerek tüm doğaya karşı haklı bir böbürlenme içinde olan kuşlar, onlarda bu mevsimde bitmez telaşlarını bırakırlar bir kenara. Dalarlar uykuya, Uyanmak üzere bir sonraki bahara.

     Ve hayvanlar, onlar için sonbahar hepimizden daha zordur aslında. Çünkü onların ne bizim gibi barınacak konforlu evleri, nede kuşlar gibi yuvaları vardır. Onlar çöplüklerde, mağaralarda üşürler çaresizce. Doğa nasıl olsa uyanacaktır birgün....

     Kısacası sonbahar doğanın akşamı ve en rahat anıdır aslında.  Tıpkı tüm canlılar gibi doğada günün tüm yorucu telaşından sonra soyunup yorgunluğunu atar kendi akşamında...

Esen Kalın..

12 Ağustos 2014 Salı

Kalemimden 3. Şahsın Makalesi

Bugünkü makaleme çok sevdiğim bir şiirin dizeleriyle başlamak istiyorum.


Akşamlar bir roman gibi biterdi
Jazabel kan içinde yatardı,
Limandan bir gemi giderdi,
Sen kalkıp ona giderdin,
Benzin mum gibi giderdin,
Sabaha kadar kalırdın,
Hayırsızın biriydi fikrimce,
Güldü mü cenazeye benzerdi,
Hele seni kollarına aldı mı,
Felaketim olurdu, ağlardım..

Atilla İlhan

(  Blokta çalan şarkılardan önce, bu makaleyi bu linkte dinleyerek başlarsanız, bu makaleyi yazarken düşündüklerime ortak olursunuz. Teşekkürler. http://www.youtube.com/watch?v=eN-yBjh_bgA&hd=1   )

     İnsanlar çok garip değil mi? Bu gariplik yaradılışla başlamaz mı? Ne enteresan herkes ayrı ayrı, farklı  farklı düşüncelere, farklı görüşlere sahip. Kimilerinin doğrusu kimilerinin yanlışı olurken kimilerin yanlışı kimilerinin doğrusu oluyor evet. Yanlış ve doğruyu ayırt ederken bencil olmuyor muyuz hepimiz o halde.

     Bir de ilişkilerimiz oluyor, düşüncelerimizin, fikirlerimizin, doğrularımızın ve yanlışlarımızın niteliğine katılan insanı bulduğunda, sevmek istiyor insan. Bir sevgili olarak, bir de dost olarak. Ancak istisna insanlar vardır, ortak değerlerden çok kendi çıkarları için savaşan.

     Bir insanı sevmek, sevilmek. Öyle zor ki. Birine hayatınızı açtığınız zaman, değiştiremeyeceğiniz ve değiştireceğiniz pek çok fikir ve davranışlarınızla gidiyorsunuz gönül kapısına. Fikirlerinizi değiştirdiğiniz, değiştirildiğini gördüğünüz, ortak doğruyu bildiğiniz zaman daha istek ve arzuyla istiyorsunuz. Aşk, hoşlantı bunlar fasa fiso. Bana göre aşk'ın ömrü 4-5 gün arasında değişir. O gün aralığında gözünüzü kapattığınızda, açtığınızda onun gözleriyle uyanırsınız. Hayatınızda ki olumsuzluklar aklınıza geldiğinde bile gülersiniz. Tabi ki çok güzel duygular. Ancak bitici ve sona erici.  Hoşlantı da gönül kapısını açana kadardır.
Ancak sevmek diye bir kavram vardır. Öyle yüce, öyle derin bir kelimedir ki. Altını çiziyorum, ömrü ölene kadardır, beslendiği sürece.

     Benim kalemimden sevmek; sadece birinin elini tutmak, gözlerine bakmak, ilişki rolü oynamak değildir. En başta benim için sevmek bunlardan öte, birini kendi sırtına duvar yapmaktır. Bir baba gibi! Ona sonsuz güvençtir. Kız arkadaşına "Ordu'nun içine gönderirim, yine de gözüm arkada kalmaz" diyebilmektir. Sırdaşlıktır, dostluktur. Birlikte saatlerce kahkaha atmaktır. Göz göze geldiğinde aşkı yaşamaktır. Gözlerle "seni seviyorum" diyebilmektir sevmek. Ellerinin, onun elinde terlemesidir. Yanında utanmaktır. Bunun sonu yok anlatmakla bitiremeyiz. Aşağı yukarı sevmek böyle bir yüce kelimedir.

     Ancak bunu başarmak öyle zordur ki. Bunu başarmak için kesinlikle inandığım bir kavram var. "Fedakarlık". İnsan kendi karakterinden, huyundan, suyundan taviz vermelidir. Değiştirebilmelidir kendini. İki günlük "ilişki mücadelesi" olmaması için, ilişkiden zaferle çıktığını, bunun için çalışmamak için değiştirmelidir. Eğer gerçekten istiyorsa... Çok değil, iki paragraf üstte önemli bir şey söyledim. Biliyorum çok farketmediniz. Birde değiştiremeyeceği şeyler vardır dedim. "Aa" dediğinizi duyar gibiyim. Şuan bu paragraf onun için yazıldı.  He insan geçmişteki yaptığı yanlışları inkar edebiliyorsa, arkasında durmuyorsa, karakterinden ödün vermiyorsa onun ismi sevmek zaten olmaz. Dedim ya fedakarlık gereklidir. Mükemmel olamayız değil mi?
Geçmişimize şöyle dönüp baktığınızda hatalarınızın farkına varacaksınız. Bunları değiştirebiliyorsanız siz "mükemmelsiniz!". Mükemmel olamıyorsanız eğer, hatalarınızın arkasında durun. Yüzünüz açık bir şekilde dile getirin. O yaptığınızın "hata" olduğunu inanıyorsanız ve bundan ders çıkarabiliyorsanız, düşüncelerinize yenilebiliyorsanız eğer Mükemmelden de ötesinizdir merak etmeyin.

    Üç paragraf öncesine gitmenizi istiyorum. Biliyorum bir ayrıntı daha kaçırdınız. Bir de dostluktan bahsettim. "Sevmek" kadar yücedir yemin ederim. Sevmek için yapılan fedakarlıkların çoğunu vermelisin. Canı yandığında, canın yanmalı. Sanki senin öz annenin diğer çocuğu gibi görmelisin. Duygularının bilincinde olduğunu görmelisin. Seni desteklediğini bilmelisin. Çünkü senin için doğru olan bir kavramın belkide yanlış olduğunu anlatacak olan odur, dosttur. Annenin, babanın, sevdiğinin bilmediği sırlarını, anılarını dostun bilir. Seni belki de en iyi o anlar. Demem o ki dostluk öyle sıradan bir arkadaşmış, maddi bakımdan destekmiş gibi görülmesin. En önce manevi değerler öndedir dostlukta. Çok yüce bir kavramdır evet. Herkes haketmez, yukarda bahsettiğim kendi çıkarlarını düşünen insanlar bilmez. Bilemez yapamaz. Siz siz olun çok dikkat edin. Dostunuzu çok iyi seçin. Samimiyetine inanın. Tanıyın, tanıttırın. Sırlarınızı hakeden adama verin. Kendi değerlerinizi güvendikten sonra verin.

     Biliyorum, "dostluk ve sevgili ile ilgili paragraflar yazdın, sonucunu merak ediyoruz nereye bağlayacaksın?" dediğinizi duyar gibiyim. Hayır bağlamayacağım. Sadece ben bu makalemde sadece bunları belirtmek istedim. Ama yine bir cümle isteyecek olursanız niye anlattığıma dair. Size söyleceğim kelime 'Sırlarınızı hak eden adama verin. Çıkarcı, aşağılık insanlara değil. Her zaman geçmişinizde yaşadığınız problemlerden de ders çıkarmasını bilin ve gururlanın'.

     Belki her zaman arkadaşlarınızla konuştuklarınızdan bahsettim bu makalemde, belki sıkıcı oldum. Ama bu sefer içimden bunları yazmak geldi. Ağlayarak yazdığım, benim için çok önemli olan düşüncelerime sahip bir makale. Okuduğunuz, bana ortak olduğunuz için teşekkür ederim.

Selametle...

16 Haziran 2014 Pazartesi

Acaba Mı?


      Güven, işte anahtar sözcük.. Huzurun kapısını açan, şüpheyi yok eden, kafa rahatlatan sihirli kelime.. Ya güven, ya da git! Ortası hiçbir zaman olmadı, olamaz zaten, arada yaşayamazsın...
      5 gün mutlu, huzurlu 6.gün sorular başlar. Acaba nerede? Acaba ne yapıyor? Acaba yanında biri mi var? Hatta abartıyorum,
acaba beni aldatıyor mu?

30 Mayıs 2014 Cuma

Kalemimden Aşk


     Sokağa fırlayacaksın… Sokaklar da dar gelecek… Tıpkı vücudunun yüreğine dar geldiği gibi… Ne denizin mavisi açacak içini, ne pırıl pırıl gökyüzü… Kendini taşıyamayacak kadar çok büyüyecek, bir yandan da kaybolacak kadar küçüleceksin… Birileri sana bir şeyler anlatacak durmadan… “Önemli olan sağlık.” “Yaşamak güzel.” “Boş ver, her şey unutulur.” Sen hiçbirini duymayacaksın… Göz yaşlarından etrafı göremez hale geleceksin… Ondan ölmesini isteyecek kadar nefret edecek, az sonra kollarında ölmek isteyecek kadar çok seveceksin… Hep ondan bahsetmek isteyeceksin…

     “Ölüme çare bulundu” ya da “Yarın kıyamet kopacakmış” deseler başını kaldırıp Ne dedin?” diye sormayacaksın… Yalnız kalmak isteyeceksin , hem de kalabalıkların arasında kaybolmak. İkisi de yetmeyecek, geçmişi düşüneceksin… Neredeyse dakika dakika… Ama kötüleri atlayarak. Onunla geçtiğin yerlerden geçmek isteyeceksin, gittiğin yerlere gitmek… Bu sana hiç iyi gelmeyecek… Ama bile bile yapacaksın… Biri sana içindeki acıyı söküp atabileceğini söylese, kaçacaksın… Aslında kurtulmak istediğin halde, o acıyı yaşamak için direneceksin…

       Hayatının geri kalanını onu düşünerek geçirmek isteyeceksin… Aksini iddia edenlerden nefret edeceksin. Herkesi ona benzetip, kimseyi onun yerine koyamayacaksın. Hiçbir şey oyalamayacak seni, ilaçlara sığınacaksın. Birkaç saat kafanı bulandıran ama asla onu unutturmayan… Sadece bir müddet buzlu camin arkasından seyrettiren. Bütün şarkılar sizin için yazılmış gibi gelecek. Boğazın düğümlenecek, dinleyemeyeceksin. Uyumak zor, uyanmak kolay olacak… Sabahı iple çekeceksin… Bazen de “Hiç güneş doğmasa” diyeceksin. Ne geceler rahatlatacak seni ne gündüzler… Ölmeyi isteyip, ölemeyeceksin… Belki çivi çiviyi söker diye can havliyle önüne çıkana sarılmak isteyeceksin.. Nafile…
     Düşüncesi bile tahammül edilmez gelecek…Rüyalar göreceksin, gerçek olmasını istediğin… Her sıçrayarak uyandığında onun adini söylediğini fark edeceksin… Telefonun çalmasını bekleyeceksin… Aramayacağını bile bile… Her çaldığında yüreğin ağzına gelecek… Ağlamaklı konuşacaksın arayanlarla… Yüreğin burkulacak… Canın yanacak… Bir daha sevmemeye yemin edeceksin… Hayata dair hiçbir şey yapmak gelmeyecek içinden… Onun sesini bir kez daha duymak için yanıp tutuşacaksın… Defalarca aradığı günlerin kıymetini bilmediğin için nefret edeceksin… Yaşadığın şehri terk etmek isteyeceksin… Onunla hiçbir anının olmadığı bir yerlere gidip yerleşmek… Ama bir umut…Onunla bir gün bir yerde karsılaşma umudu… Bu umut seni gitmekten alıkoyacak… Gel gitler içinde yaşayacaksın… Buna yaşamak denirse…
Razı mısın bütün bunlara…? Hazır mısın sonunda ölüp ölüp dirilmeye ? O halde aşık olabilirsin…


DİYE DÜŞÜNMEYECEĞİM TABİ!


     İnsanların verdiği hayat sevgidir.
Niçin yalnız sana yazdığımı sorma, niçin yalnız sana geldiğimi…

     Sana gelişim işte bundan. Sen aşkı anlatıyorsun, yaşatıyorsun bana. Çünkü yaşıyorsun.
O sözlerin kalbinden geldiğini kalbime vuruşundan anlıyorum ben. Sözlerin değil beni sana bağlayan, O sözlerini manasına vurgunum.

     Niçin mi sen?
     Sen benden önce vardın, varoluşun bu yüzden. Ve sen benden sonrada varsın, sana tutunmam aşka ve varlığa duyduğum özlemden! Sen benim sözlerimsin. Seni kalbime koyuşum bundan.
Ve sen dostsun. Ruhuma sığınak ararken haykırmam hep bu yüzden… Ve sen dostsun, arkadaşsın. Sen içimi koruyan bir elbisesin. Ben ruhunun çıplaklığını örttüğün tenim.

     Her iyi kavramın karşılığında en nihayetinde bir kötülük vardır. Kötülüğünü yaşamayı göze alacak kadar, onu kalbine işliyorsan eğer aşıksın işte.  Ben kötülüğü düşünmek istemiyorum, sadece seni, bizi düşünmek istiyorum...

     HAYATIMA HOŞGELDİN !

27 Mayıs 2014 Salı

Kalemimden Mezuniyet

      Sanki bir daha gençliğini yaşayamayacakmış gibi hissediyor insan. Gençliğini, enerjinin doruklarda olduğu çılgınlıklarını, toplu bir masada atılan derinden kahkahalarını atamayacakmış gibi geliyor.  Ne garip birşey değil mi okul, okumak.  Çoğu zaman lanet edersin, sürekli verilen ödevler, çalışılması ezberlenmesi gereken dersler, gece uykularının katili verilen projeler. Kabataslak bakınca aslında hiç keyifli bir yere benzemiyor okul.

         İnsanı acaba okulu bırakmak mı? yoksa bazı sorumlulukların altına girmek mi ürkütüyor, bilemedim. Çalışmak, sabahın 9'undan akşamın 7'sine kadar aynı masada hareket etmeden oturmak... Belkide oturamamak kim bilir. Yada belkide hayat mı zor desem. Saçmalama Çağrı mezun olmaktan konuyu nereye getirdin diyeceksiniz farkındayım ama sorular soruları açıyor.
     
         Neyse fazla uzatmayacağım. Bu makalenin özetini şöyle belirteceğim. Bence, yani benim fikrimce insan gençliğini üniversitede yaşamalı gibi görüyor. Şöyle; hem verilen dersler, ödevler onu hayata karşı yıldırmıyor, gençliğin verdiği enerjiyi kullandığını düşünüyor. Hemde arkadaş çevresiyle sürekli eğleniyor. Tam gençlik ortamı, Bingo!

       Ama üzülerek söyleyeceğim ki, öyle bir şey yok. Okul bitecek, iş hayatı başlayacak. Alnından ter gerçekten akacak. Para kazanmanın, sizi o okula gönderen babanızın kıymeti o zaman anlaşılacak.
Bu hissi bilemem ancak, gerekirse çocuklarınızla gençliğinizi tekrardan yaşayacaksınız. Umarım öyle olur.

     İyisiyle, kötüsüyle üniversite hayatımın bitimine son 1,5 hafta kalmışken... Kızdığım, kalbini kırdığım, üzdüğüm, aşağıladığım kim varsa hakkını helal etsin demeyeceğim çünkü hakketmiştir. Onlar gelsin benden helallik istesin, vermeyeceğim :)

Teşekkürler.

11 Nisan 2014 Cuma

Sümeyra Eda'nın Kaleminden İlişkilerin Mizahı


       Yalnızlık buluşması herkes toplansın derin bir nefes alın ve lütfen herkes nefretini kendi önüne kussun çevreye rahatsızlık vermeyelim bu bir sempozyum hepimizin akademik alanı şimdi anlıcağınızdan eminim...

       Bir lokmada atılan sevgimizi onca zaman yutamayan biz hazımsızlıkmı yaşıyoruz yoksa midemizmi kaldırmıyor kusulası vazgeçişleri. Bir adama yazılan sözler bir kadın için ne kadar kıymetliyse yarısına kadar okunan kelimeler onlar için tıpkı çorapları gibi büzüştürülüp bir köşede fosile dönüşmeyi bekler. İşte tam tabir bu! Ancak bu kadar kıymetimiz.

       Çok özellerine girmek istemiyorum az önce söyledim çevreye rahatsızlık vermeyelim herkes önüne kusmalı neyse çoraplar! Çoraplar için zaman azalıyor derken tam o anda bir melek uzanır oda kızgın bıkkın bir tavırla onları arındırmak için eğilir alır ve yıkama işlemlerini titizlikle sürdürür. Elinden geleni yapan melek çorapları yerli yerine bırakır. Adam tekrar eline aldığında herşey geçti sanar. Tüm kirlilik bitti, herşey geçti. Gel bakalım der güzelce katlanmış duygularımızı, afedersiniz mis kokulu baklava desenli çorabı narince hiç olmadığı kadar naif dokunuşlarla giyilecek kıvama getirir ve aman Allah'ım gözleri fal taşı gibi açılır. Çorabın ununun fazla geldiğini bu kadarda yüzsüzlüğü değil, değil tuzsuzluğu fark eder ve yırtık pırtık olmuş kalplerimizi yani o güzelim çorapları onun karanlığını aydınlatan az önceki annesine ufak bir ricayla ricanın içeriği kendini affettirmesi için neler yapması gerektiği yada sadece o çorabı nasıl dikebiliceğini sorsaydı bile ilk günki gibi olurduk, biz ve çoraplar bunu biliyoruz.

       Fakat zalim adam yine yeni yeniden büzüştürüp aynı kenara aynı ritimde aynı ruhsuzlukla fırlatır ve bir daha baklavalı çoraba dokunmaz. Emin olunki bir sonraki sefere tercihi bambu kahverengi olandan yana olur.

Teşekkürler
Sümeyra Eda

26 Mart 2014 Çarşamba

Kalemimden Yanlızlık


       En tehlikeli hastalıktır yalnızlık. En tehlikeli insanlardır yalnız olanlar. Belki yalnızlıklarını değil ama yalnızlıklarının doğurduğu saçmalıklarını bulaştırırlar insanlara… Zaten onları yalnız kılan da bir türlü sıyrılamadıkları saçmalıkları değil midir? Bu yüzden terk edilmemişler midir?
       Yalnızlığın belirtisi terk edilmek midir yoksa terk etmek mi? Hiç düşünmeyin. Yoksa yumurta tavuk hikâyesine döner bu iş. Yalnızlık hiç doymayan bir hayvandır hücrelerimizde gezinen… İnsanı sömürür, dört bir yandan sarar ve yeniden yaratır istediği surette… Kukla gibi oynatır perdenin arkasından…

       Yalnız insan, ruhuna boğularak ruhsuzlaştırır kendini. Ne istediğini bilmez. Öyle alışır ki her gün şikayet ettiği yalnızlığına, onsuz yapamaz olur. Çünkü en tehlikeli hastalıktır yalnızlık… Bir bağımlılıktır tedavisi olmayan… Yalnızlık gerçeklerle yüzleşmektir, bilmektir her şeyin boş olduğunu… Yalnız insanın hayatında hayal kurmak yoktur çünkü hayalden dönme gerçekler asalet yoksunudur ve bunu en iyi bilen yalnız insandır… Yalnız insan yalancıdır, nankördür. Ne zaman sorsanız ya memnudur böyle yaşamaktan ya da bıkmıştır yalnızlıktan. Lakin ikisi de koca bir yalandır. Çünkü yalnızlık ne memnun eder ne de bıktırır insanı. İkiyüzlü bir hastalıktır yalnızlık, tıpkı o kıpkırmızı zehirli elma gibi… Tatlıdır tadımlık olsun istenir ama bir kere ısırdın mı damarlarında dolaşmaya başlar. Yalnızlık ölüme kardeşlik etmektir…

       Şarkıların seni dinlemesidir yanlızlık.

11 Mart 2014 Salı

Berkin Elvan, Ali İsmail Korkmaz, Ethem Sarısülük, Abdullah Cömert, Mehmet Ayvalıtaş, Mustafa Sarı, İrfan Tuna


       Ülkenin onurunun, şerefinin ve gencecik bedenlerin kanlarının ayaklar altına alınışını ayakta alkışladı milletimiz, hoş neye alkış tuttuğundan bile habersizdi birbirine çarpan, şuursuz bir beyne sahip bedenin avuçiçleri.
       Ama olsun metro yaptı.

       Kabinesinde ne olduğu belirsiz, patavatsız ve hemen hemen her bütçe konuşmasında milletle dalga geçen bir maliye bakanı da var memur ve işçi maaşlarını yumurtaya endeksleyen.
''zam değil güncelleme.''
''Memur maaşıyla şu kadar işçi maaşıyla da şu kadar yumurta alınabiliyor.''

       Ve daha nice patavatsızlıklarını sıralayabiliriz. Gerçekten ''kimsesizlerin kimi, sessiz çoğunlukların sessiyiz'' düsturunu benimsemiş bir başbakan bakanının böyle konuşmasına müsaade edebilir mi? Gerçekten böyle düşünen bir başbakan olsaydı eğer bunca patavatsızlığının, halkı aşağılamasının, milletle dalga geçmesinin üzerine hala görevde tutmazdı ''rakı içmeyin üzüm yiyin'' diyen bir adamı.
       Ama olsun metro yaptı, değil mi?

       Hele ki; unutursam yüreğim kurusun Erdoğan Bayraktar'ın kanser hastası kıza ettiklerini. Cami çıkışında onuru zedelenmiş kızın parayı teslim ederken söylediği ''siz çaresizliği hiç tatmamışsınız'' sözü mıh gibi kazındı hafızama.
       Ama olsun metro yaptı.

       Başbakanın gerçekten samimi ve dürüst bir insan olmadığını, ülkesi ve halkı için çalışmadığını anlamak, idrak etmek ve farkına varmak için allame-i cihan olmaya lüzum yok. Hayal sattılar insanlara, hayal vaadettiler, hayallerle avuttular işçiyi emekçiyi memuru.

       ''Ey bu topraklar için toprağa düşmüş, asker! gökten ecdad inerek öpse o pak alnı değer.'' demişti Mehmet Akif Ersoy. Sen kalkıp o askeri vuran kahpe elleri sıkıp hoşgeldin dedin. Kürdistan dedin, zaten sığır sürüsünden farksız olan bir teban var aman onlar da uyanmasın diye sözlerini sansürledi Trt, yalan mı?

        Şerefimiz yok, onurumuz yok, haysiyetimiz yok, komşularımız yok, dışarı da hiç bir saygınlığımız yok;

       Ama olsun metromuz var be usta!

21 Şubat 2014 Cuma

Kalemimden İnsan Değerleri


       Pek çok dilde karşıdaki kişinin yaşı, konumu, cinsiyeti gereği hitap farklılıkları mevcut. Sen ve siz kelimelerini bu noktada eleştirmeye pek hakkım yok sanırım. Kültür der geçerim. Ama güzel Türkçe'mizin içine tüküren yurdum insanını eleştirebilirim. Kendimi de pek tabii. Ehliyetimi almak üzere emniyetteydim. Kapıdaki polis insanları sırayla içeri alıyordu ve beni durdururken "sen şöyle dur" dedi. Arkamdan gelen kişiye de "siz şöyle durun" dedi. Çapulsuz bir tiptim o an ki hep öyleyim. Önemli de değil bana sen demesi. Sadece dikkatimi çekiyor. Ama başka bir insan için önemli olabilir. Siz olmaktansa sen olmayı yeğlerim. Birisinin gözünde yukarı algılamaktansa aşağı algılanmayı da. Elbette gönlüm eşitlikten yana. Bir insanı siz olmaktan alıkoyan şey parası ve giysisiyse ve o insana hayatı boyunca bir kere dahi siz denmediyse ben öyle toplum anlayışının içine edeyim. Zaten bu tip ayrımların olduğu bir toplum yeterince can sıkıcı.


       Benim için acı bir hatıradır: Geçen gün aklıma geldi, yıllar evvel bir kadınla konuşmuştum kocasının tecavüzüne uğrayan, sürekli şiddet gören bir kadındı. "Benim cebimde hiç 20 liram olmadı." dedi ve ağlamaya başladı. Küçük bir kız çocuğuna dönüşmüş ve sadece 20 lirası olmadan, bir yerde oturup çay içememesinden bahsediyor ve ağlıyordu. Para falan istemek için değildi. Fakirliğin küçümsendiği, kabul edilebilir bir şey olduğu, çekilebilir bir dert olduğu varsanısı var değil mi hepimizde? Tamam acıklı ve yaşanabilir böyle deyip onların fakir olarak kalmalarına göz yummak için bahaneler uyduruyoruz. Başka acılarını görüp fakirliğini görmüyoruz. Bizi aşan konular diyoruz. Devlet çözsün diyoruz. Hepimiz birden havale ediyoruz başka bir yere. Başka bir yer kalmıyor.


       Onlara sen diyen sizler olarak, aşağılığın en aşağısı olarak yaşamaya devam ediyoruz. Edemeyelim ama. Nolur edemeyelim. O eşit ve insan sever söylemlerimizin satır aralarına sıkışmış pisliklerimizden arınalım ilkin. Çok kirliyiz. Daha da iyi bakmalı kendine insan, ne kadar kötü olduğunu görebilmeli. Zaten mal mülk konusunda ne yapacağımız belli. Yemiyor daha çoğunu paylaşmak değil mi ? Hadi gari pamuk eller cebe! Kalbimize doğru düşünceler uzanmadıkça, elimiz de cebimize uzanmayacak ama... Ey toprak kardeşim sen ve ben olmaktan da öte, bırak sizi ve bizi, ne sen kalır ne ben ikimizin içinde... Bizi bizden öteye atan tüm statülere, paraya, mevkiye tekme savurabilmemiz ümidiyle...

13 Şubat 2014 Perşembe

Kalemimden "O"


       Seni özlüyorum...
       Gecenin en zifiri anında bile odamı aydınlatan bu aşkı özlüyorum en çok da her gün duyabilmek için çırpındığım sesini. Seni özlüyorum işte...
Her kavgamızın sonunda çekdiğim sancıları, seni kaybetmek korkusu yüreğimi bir bıçak gibi kestiği anları bile.

       Seni özlüyorum kabul ettim artık bunu...
Göz bebeklerimin içine yerleşmişsin ve dünyada iyiye ve güzele dair ne varsa içinde sen varsın.
      Meleklerin kanatlarında geliyorsun sen bana her gün, martıların gözlerinde. Bir papatya demetinin üstündeki uğur böceği oluyorsun, ayın şavkında, umudun mavisindeki en çok bu renge tutkunum bilirsin sen varsın.
Yüreğime işlemişim seni bir dantel gibi ince ince düğümlerle...
Çözülemezsin, çözmem seni.
Oradasın orada kalmalısın.
Çünkü bir tek sen yüreğime yakışırsın.

       Her gün içimi ısıtan asıl sensin sıcacık ışıklarında tüm ruhumu saran, her yeni güne gözümü acar açmaz içine doluştuğunbir günaydınsın.
Seni özlemek dayanılmaz hale geldğinde bile hiç isyan etmiyorum.
Çünkü içimdesin ve seni göz yaşlarımla akıtmaya kıyamıyorum.
Özlemin sancılarıyla bedenim her gün ölse de aslında her güne yeniden doğuyorum.

       Seni özlüyorum çünkü seni seviyorum hemde çok..
Doğrularını yanlışlarını sorgulamadan, bir çocuk yüreği gibi masumca yaşıyorum seni.
Bu hayata verdiğim her nefesde gittiğim her yerde sende benimle birlikte varsın.
O yüzden yalnızlık hiç bilmiyorum.
Asla değiştirmeden, en katıksız halinle seviyorum seni.
Özgürleşiyor aşkımız, sevdikçe büyüyor özledikçe yüceliyor.
İşte en çok bunu, özlüyorum seni sevmeyi özlüyorum.
Sevdikçe daha çok özlüyorum, özledikçe daha çok seviyorum.

7 Şubat 2014 Cuma

Semih Kara'nın Kaleminden "Zamane Kızları"


      Zamane kızları belli bir zaman içerisinde, etrafından gaza getirilerek ya da egolarını tatmin edemediklerini anladıkları zaman birtakım kişilik duygularını kaybederler. Ve hep daha fazlasını istedikleri içinde her zaman kaybetmeye mahkumdurlar.

       Aslında kendileri kazandıklarını düşünür… Oysaki; zaman geçince anlarlar neler kaybettiklerini. Çevrelerini kaybederler, ailelerini kaybederler, dostlarını kaybederler ve bir zamanlar değer verdikleri sevgililerini… Herşey üst üste gelir aslında sevinirler. Burnunun diklerine giderler ve insanları aşağılamaya çalışırlar. Peki ne değişti?

       Eskiden annemizin babamızın anlattığı hikayeler nasıldı? Herkes birbirini seviyordu, herkes iyi anlaşırdı, her türlü zorluğa güçlüğe karşın her şeyin önüne daima sevgi, saygı ve sadakat geçerdi. Yetinmeyi bilirlerdi. Çünkü şimdi kız bildiğin 12 yaşında özentilikle sigaraya başlıyor sonra alkolle devam ediyor. 14 yaşında uyuşturucu kullanarak tamamen bir bağımlı haline geliyor. 16-18 yaşında ise farklı sektörlere yöneliyorlar. Sex hayatına başladıklarından sonra zaten ip kopuyor.

       Eskiden sen bırak 13 yaşında sigarayı 20-25 yaşındayken, millet yerden sigara izmariti toplayıp öyle içiyorlarmış. Bildiğin “nesil değişiyor arkadaş” dedikleri tamamen doğru. Çağımızın en saçma olaylarından biride sosyal medya olsa gerek çünkü bu ortamların alt yapısı orada başlıyor mesela facebook twitterdan özellikle o Facebook ‘tan kızlar kendilerini Victoria Secret mankenlerine benzentiyorlar. Neymiş ? Fame’miş. Sen fame olsan ne olacak? Sokağa çıktığında yüzüne kimse bakmayacak ki bir havalar bir havalar. Bir alana bir bedavalar sanki o kadar beğeni gelmiş, bu kadar yorum gelmiş, o meşhurmuş, bu bilmem neymiş. Aslında bunlara gerek yok canım. İnsan olsan herkes sever seni zaten.

      Aslında bunlara gerek yok be canım. İnsan olsan herkes sever seni zaten. işte zamane kızlar sadece sosyal kişilik taşıyor. Dolayısıyla siz siz olun sosyal medya üzerinden ünlü oldum, onu yaptım, bunu yaptım triplerine girmeyin. Önemli olan reel hayat. Onun için sosyal medyada hayalperestlik yapacağınıza biraz samimi duygular besleyin ki karşı cinse, onlarda size karşılık verip bir şeyler yapsınlar.

      Yani son sözüm trilyonluk kızlar havasına girmeyin herkes babasının kızı o yüzden gerçekler acıdır, acıtır daima.

Sağlık ve esenlikle kalın.
Semih KARA

Kalemimden İlişki Mücadeleleri


        Kavramsal olarak olayın akışına baktığım zaman aslında altında gizlenen ironinin farkına varmam geç oldu, her öpücüğünde bile...
Gizlenmiş ego tatmin seansları…

       Yazdık, çizdik ve oynadık…
Beklenen son, köpeklere gün ağırtan gecelerin işkecesi tadına geldi, bir şişe votka belki iyi gelirdi ama nereye kadar...

        Aklıma bu denli dengesiz, abes düşünceler soktuğun için teşekkür edemiyorum. Evet bitti, zor oldu ama bitti. Karşılıklı bir mücadelenin en berbat fesh edilişiydi bizimki. Sonradan maddeler eklenmiş ateşkes antlaşması misali tutarsız ve isteksiz. Az önce farkına vardım, denizde tek kulaçla yüzemezmişim. Bendeki deli cesaretimi ayakta alkışlıyorum. Ulan Çağrı, senin neyine gözü körü bağlanmak…

Evet bitti, zor oldu ama bitti…

Kalemimden Anlam Kargaşası



       İnsanlar, kimse onlara dünyaya gelip gelmek istemediklerini sormaz. Ebeveynlerine muhtaçtırlar, daha sonra ayağa kalkar, yemek yer, yürür, konuşur, öğrenir ve birey olurlar. Üzülürler, kızarlar, darılırlar, kavga ederler, vururlar, okşarlar, öldürürler ve severler. Bu sevgi karşı cinse ise evlenirler ve bir çok sıkıntı ve mutluluk yaşadıkları bu dünyaya yine dünyaya gelip gelmek istemediğini sormadan bir insan daha meydana getirirler. Sizce bu ne kadar doğrudur, bunda hak adalet var mıdır? Tamam diyelim bu doğanın kanunu.

       Peki hayatta bize ve sevdiklerimize fiziksel ve ruhsal zarar vermek isteyen insanlara kızarız. Neden? Bilmiyoruz sadece bize zarar geldiği için, dünyaya getirdiğimiz o insana zarar geldiği için. Peki neden zarar görmesine izin veriyorsun? Bilmiyorum. O zaman dünyaya getirme. Getireceksen ölene kadar koru. Peki ölene kadar korumak mümkün mü? Hayır.

       Kısacası doğanın kanunu böyle kısır döngü şeklinde döner gider bizede bu anlam kargaşasında haklıyı haksızı, doğruyu yanlışı, namusluyu namussuzu konuşarak yaşamaya çalışmak düşer.

       Hayatta zaten herşey anlamsız onları anlamlı yapan insanın kendisidir. Bu yüzden hayat anlamsız diyerek işten kurtulmak daha da anlamsız.

30 Ocak 2014 Perşembe

Kalemimden Mantık Oyunları

         Bazen, bilhassa yalnız kaldığımda düşündüğüm zaman kimi soruların aklımı kurcaladığını fark ederekten bu yayını yaptım. İnsanın kafasında cevap veremediği, beyninin daha ileriye gidemediği, bir yerde takılıp kaldığı ve düşünce aleminden çıkıp reel hayata döndüğünü fark ettim.

        Mesela bazı sorular vardır; Örneğin, Eğer insanlar olmasaydı üzerinde bulunduğumuz karaları sadece hayvanlar mı işgal edecekti? Bundan yola çıkarak bitkiler dışındaki hayvanları da göz arda edecek olursak yerkürenin üzerinde sadece karalar, denizler ve ağaçlar mı olacaktı? Ne yani Dünya öylece kendi etrafında dönüp duracak mıydı?


         Peki Dünya'yı da es geçersek sadece Güneş öylece uzay dediğimiz sonsuzlukta duracak mıydı? Böyle kısa bir an bunları düşündüğümüzde sanki yaşadığımız hayatımızdan çıkıp farklı bir yerlerde ruh gezisindeyiz gibi hissediyor insan. Ancak çok kısa sürüyor insanın reele dönmesi.

         Yalancı dediğimiz bir terim vardır. Oldukça saçma! Cem Yılmaz'da showunda bahsetmiştir. Yalan söyleyebilen bir kişinin "yalancı" sıfatına layik görülmesi olanaklı mıdır? Eğer yalan söylüyorsa bir kişi ve yalan olduğunu anlayamıyorsak o kişiye nasıl yalancı diyebiliyoruz? Yalan söyleyemeyen kişiye de yalancı diyemeyiz çünkü söyleyememiştir. E o zaman bu "Yalancı" terimi nerden türedi? Nasıl türedi? İnsan bu kadar saçma mıdır?

         Biraz klişe olacak ama, şimdi bu pinokyo "burnum uzayacak" derse burnu uzamazsa yalan söylemiş olur ve burnu uzar ama burnu uzayınca da doğruyu söylemiş olur. Peki buna yakıştıracağımız tabir ne olacaktır?

         Yada varlık var mıdır yok mudur? Hala cevabı verilemeyen bir sorudur. İnsan ruhunun kendi bedeninden ayrılıp başka bir bedene girerek, girdiği bedenin gözlerinden dünyayı görüp, o kulaklarla sesleri duyamadıktan sonra etrafından nasıl emin olabilir ki? Neye dayanaraktan. Belki de etrafımdaki hiçbir şey yok. Şahsime ait bir yaratan var ve o yaratanın gölge oyunlarındayım, sınanıyorum? Olamaz mı? Nasıl ıspatlayacaksınız?

        Ah ah... Çok derin sorular.


         

29 Ocak 2014 Çarşamba

Kalemimden Allah ile Atatürk


          Bir çocuk izledim geçenlerde Youtube'da. "Atatürk'ü neden sevelim, bizi o yaratmadı ki!" diyordu. Bunu diyen çocuk en fazla 10 yaşında. Yani okula giden çocuk. Küçük bir unsur var; başı kapalı. Maalesef çağımız halen bu çocuklara Atatürk'ü değil Allah'ı sevmemiz gerektiğini öğreten yobazlarla mücadele ediyor. Kim onun annesine babasına bizi Allah'ın değil Atatürk'ün yarattığı söyledi? Hadi cahilin biri söyledi. Peki o anne neden inandı? Allah hakkında hiç mi bir şey bilmiyor? Ya da Atatürk hakkında. Ortalık "Anne bizi Atatürk'mü yarattı?" "Allah mı daha büyük Atatürk'mü?" diye soran çocuklarla dolu. Neden biz bunu ayırt etmeyi beceremiyoruz? Ya da böylesi mi işimize geliyor? Neden laikliği beceremiyoruz? Neden din ve devlet işlerini birbirinden ayıramıyoruz?  İkisi asla kıyaslanamayacak durumdalar. Birisi herşeyden üstün ve herşeyin sahibi Tanrı niteliğinde, diğeri ise bir insan. Ama öyle bir insan ki, kendisini sadece Türk milletine adayan, bunun için savaşan, ülkeyi satmaya çalışan şerefsizlere baş kaldıran ve kazanan, hiçbir devletin sömürgesinde yaşamamıza izin vermeyen, bugün tek devlet olarak yaşamamıza olanak tanıyan bir kişidir. Okuma yazma bilmeyen cahillere ışık tutan kişidir. Çanakkale savaşını denizde ve karada 95 bin şehit vererek kazandıktan sonra, masada başta sevgili Vahdettin Paşamız tarafından pasta gibi İngilizlere sunulan bu devleti milli mücadele başlatarak ve yine savaşlar yaparak elimizde tutan kişidir. İnananlar için Allah'ın varlığı nasıl inkar edilemezse, bu ülkede yaşamış ve yaşayan tüm insanlar için de Atatürk'ün varlığı ve bu toprakları "Bağımsız Ülke" yaptığı gerçeği inkar edilemez. Bugün baktığımızda Atatürk hakkında olumsuz düşünceler besleyen kısımlarım %99'u dine daha yatkın insanlardır ve bunun sebebi de çocukluk yaşından beri Atatürk ve Allah'ın birbirlerine rakip olarak gösterilmesidir. Bunu yapan insanlar da sözde dinine daha çok sahip çıktığını sanan insanlar. Atatürk'ün kıyaslandığı Tanrı teriminden anlaşılacağı gibi, Mustafa Kemal Atatürk  Allah'la kıyaslanacak kadar büyük bir insandır.


          Artık umarım yeni yetişen çocuklara Allah ve Atatürk bilgileri birbirine karıştırılarak öğretilmeye kalkılmaz yoksa halen etrafımız "Atatürk'ü neden sevelim, bizi o yaratmadı ki!" diye ezberlediklerini dillendiren çocuklar ve onların cahil-yobaz aileleri ile dolup taşar.

Kalemimden Tanrı İkilemi




         Küçük bir çocuk iken her yemek masasından kalktığımda "Allah'ım sana şükürler olsun, olmayanlara da ver" derdi babam. Her mırıldandığında dikkatimi çekerdi.  Bunun yanı sıra bana verdiği; sürekli dua et, namaz kıl, herşeyine şükret vb. gibi öğütlerde vardı. Kuran kurslarına giderdim, Kuran okumayı öğrendim, islam tarikatlarına yada ocaklara giderdim, bilmediğim sure kalmamasına karşın, Cüppe ve Takkeyle bile dolaşmayı istemiştim. "Bu dini ben iyice öğrenicem" diye bi hırs oluşmuştu içimde. Küçüklükten beri üzerimdeki bu din baskısı bana araştırmacı bir kişilik sıfatını kazandırdı.
         Bir zaman sonra taptığım Allah'ı, inandığım dini araştırmaya başladım. Aslında manevi bir boşluk içinde olduğumu, İslam dışında bilmediğim diğer dinleri araştırmadığımın, farklı düşünceler edinmediğimin farkına vardım. 
          Araştırmalarım sonucu, edindiğim kültüre ve fazlasıyla okuduğum felsefeyi düşününce "Din" dediğimiz terimin sadece insanın kafasındaki cevabını veremediği soru işaretlerini atmak için kullandığını anladım.  
        Artık Allah'a mutluluk için şükretmiyordum. Babamın anlattığı Allah yoktu çünkü.  Kendi eğlencesi için bizleri yaratmış tabularla ve kurallarla yönlendirmeye çalışan bir Allah vardı. Ve insanlar onu sevdikleri için değil korktuklarından tapıyorlardı. İyilik eden Allah’tan iyilik bulur diyorlardı. Ancak iyilik bulmak için iyilik ediyorlardı. Namazlarını Allah için değil kendileri için kılıyorlardı farkında olmasalar da… Günde beş kez yere yatıp kalkmak neye yarar diye düşündüm. Allah'ın egolarını tatmin etmeye mi uğraşıyorsunuz? Amacınız ne? Bunları düşünerek egnoizmi seçtim. Aslında bende kafamda  cevabını veremediğim bir sorunun rüzgarına kapılıp egnoizm dedim. Bütün bu kainatı, herşeyi yaratan, tasarlayan bir kurgulayan tabiki olmalı. Beynim daha ötesinde düşünemiyordu. Herşeyin sonun elbet bir yaradana çıkıyordu ve dahada derine gidemiyordum. Bunun için egnoizme bağlı "Tanrı vardır ama asla ispatlanamaz asla görülemez ve iletişim kurulamaz" inancının mantığına gittim.
          Kötülüklerimin  Nietzsche gibi benim ben’im insanın büyük aşağılamasıdır diyerek dolaşmaya başladım bu sefer. Kendimi avutuyordum, biraz da melamiliğe bulaştım bu sefer, üst insanı düşledim, benim kalbim temiz falan dedim…       
         Hiç alakasız bir günde elimdeki kesik yarasına baktım, tüm bunları hatırladım aşklarımı günahlarımı doğruları ve yanlışları. Yalnızlıkları ve dibe vuruşları. Ve kendi kendime bir mantık yarışına koyuldum…